top of page

Sevgi, Tutku, Aşk

“İnsan düşünen hayvandır”  tümcesinin vurguladığı en belirleyici nokta düşünmekten vazgeçtiği veya düşünemediği anda insanın hayvanla eşitleniyor olmasıdır.


Peki siz hiç aşık olan hayvan gördünüz mü?


Bilindiği kadarı ile hayvanlar arasında aşk söz konusu değildir. Hayvanlar aleminde yaşam, iç güdüler ve sınırlı bir beyin faaliyeti ile yürütülen ve değişmeden yaşam boyu uygulanan bir eylemler zinciridir. Değişim ancak doğa koşullarında oluşan değişikliklere kendisini adapte edecek şekilde görülür. Doğa üzerinde değişim yaratacak bir bedensel veya alet kullanabilecek şekilde işlevsel bir gelişme söz konusu değildir. Büyük çoğunluğu yuva yapabilirler, doğada bulunan kaynakları olduğu gibi kullanırlar, sadece çiftleşme dönemlerinde bir araya gelir ve bir kısmı yavrular olduktan, büyük kısmı ise çiftleştikten hemen sonra ayrılırlar. Nadir de olsa hayvan türleri arasında monogami yaşayan türler de vardır. Ama bunlarda da belirleyici neden aşk değildir, zaten monogami veya poligami de aşkla ilgili kavramlar değildir.


Demek ki düşünme dışında insan olmayı belirleyen bir diğer özellik de aşık olmaktır. Buradan düşünme gelişmenin sonucunda ortaya çıktığına göre, aşkın da ancak gelişmişlik düzeyine bağlı olarak yaşanabilecek bir özellik olduğu sonucuna ulaşabiliriz.


Bu tanıma uyan aşk nedir? Aşk her an, her saniye yaşadığını hissetmektir. İnsan günlük yaşam içerisinde alışkanlık olarak sürdürdüğü eylemleri çok da farkında olmadan gerçekleştirir. Örneğin acıktığı veya sıkıldığı zaman yemek yer. Bu sıradan bir eylemdir ve açlık hissini veya sıkıntıyı gidermeye yöneliktir. Ama aşık olduğunda, eğer açlık hissedebiliyorsa, yediği her lokmanın lezzetini hissederek yer. Gün içerisinde yapması gereken işleri, eğer düşünerek yapılması gerekmiyorsa, alıştığı olağan sistem ve yöntemler içinde gerçekleştirir. Aşık olduğunda ise yaptığı her iş için, eğer zevk alarak yapıyorsa, ayrı bir tat alır ve bir an önce bitirerek aşkının yanına gitmeye çalışır.


Telefon çaldığında açıp “Alo” demek normal bir davranıştır. Ama aşıksanız o telefonun beklediğiniz telefon olması olasılığı ile daha canlı bir “Alo” ile karşınızdaki sesi bir an önce duymak istersiniz.

Bir köşeyi döndüğünüzde, bir dükkana girdiğinizde bir anda aşkınızla karşılaşmak kalbinizin hızlı çarpmasına ve göğsünüze sığmamasına neden olur.


Aşk yaşadığını hissetmek ve tüm dünyanın da yaşamasını hem de daha iyi, daha güzel, daha mutlu yaşamasını istemektir ki, kişi kendisi de daha muhteşem yaşayabilsin. “Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk”  değil, aşk için, aşkın için yaşamalı ve yaşatmalısın ki, aşık olduğunu her an her hücrende hissedebilesin.


Peki insan nasıl böyle aşık olur ve bunları hisseder? Önce sevgi, tutku ve aşk kavramlarının anlamlarını irdeleyelim. Sevgi, genel bir kavramdır ve canlı-cansız herhangi bir varlığa karşı hissedilen yakınlık ve beğenidir. Bir kişiyi, eşyayı, mekanı, bitkiyi, hayvanı herhangi bir nedenle sevebilirsiniz. Ama aşk bir kişiye yönelik, ona özel bir duygudur. Onunla birlikte mutlusunuzdur; her zaman bir arada olmak, bir şeyleri paylaşmak istersiniz ve bundan da haz alırsınız.


İlk görüşte aşk olur mu?  Yanıt kısa ve tek kelime: Olmaz.


Bir kişi ile ilk karşılaştığınızda onun bir özelliği sizi etkileyebilir. Ses tonu, güzelliği, görünümü, giyimi, konuşması, hatta belki maddi durumu etraftaki diğer kişilere oranla dikkatinizin o kişiye yönelmesine neden olur. Ancak bu henüz aşk değildir. O andan sonraki süreç bunun nasıl gelişeceğini belirler. Sevgi ve beğeninin aşka dönüşmesi diyalektik bir süreçtir ve sonucu da diyalektik yasalar belirler.


Doğada her şey birbirine bağlıdır, karşılıklı olarak birbirinden etkilenir ve kendi karşıtını da içinde barındırır. Aralarında bir nedenle beğeni ve sevgi başlamış iki insan birlikte yaşamı paylaştıkça benzeyen ve benzemeyen yönlerini görür, birbirinin yaşam biçimlerinden etkilenir, diğerinin uyabileceği veya hiçbir zaman uyum sağlayamayacağı yaşam tarzı ve davranış biçimlerini tanır. Bu süreç o kişilerin yaşamı paylaşabilme süreleri ile doğrudan ilgilidir. Yaşam ne kadar birlikte paylaşılırsa bunlar da o kadar sürede karşılıklı olarak test edilir. Bu test etme sırasında beğeni ile beğenmeme, sevgi ile nefret sürekli bir çatışma halindedir. Bir kişinin her özelliğini beğenemezsiniz. Tanıdıkça sevdiğiniz ve beğenmediğiniz özellikleri görür ve sizin yaşamınızla birleştirmeye çalışırsınız. Bir süre sonra bu iki duygu arasındaki ilişki bir dengeye ulaşır ve eğer beğeniler  daha hakim hale gelir ve sizin yaşamınızla da bağdaşırsa sevgi aşka dönüşür. Yani sevgi de günden güne görülen nicelik artışları sonunda nitelik değişikliği ile aşka dönüşür ve o günden sonra artık o kişi sizin için yaşamın en temel unsuru, olmazsa olmazı, birlikte her mutluluğun yaşanabileceği bir taneniz olur.


Bunun tam tersi de söz konusudur. Eğer bu tanıma sürecinde beğenmediğiniz özellikler daha belirgin hale gelir ise sevilen bir kişi, bir arkadaş veya bir daha birlikte olunmak istenmeyecek bir kişi haline dönüşür ve daha ileri boyuta geçmeden sonlanır. Ortak noktaların oranı ne kadar fazla ise aşk da o kadar güçlü olur.


Yani aşk bir yaşanmışlığın ürünüdür, iki kişinin birlikte yaptığı bir üretimdir.


Tutku ise herhangi bir varlığa karşı hissedilen aşırı bağlılıktır. Çeşitli şekillerde olabilir. Örneğin kişinin araba tutkusu vardır. Yeni veya lüks veya belli bir marka araba dışındakileri beğenmez. Yer tutkusu vardır. Belli bir evi, kafeyi, restoranı, ayakkabıyı, giysiyi her zaman tercih eder. Para tutkusu vardır, her ne şekilde olursa olsun kazanmak ve hatta her zaman yanında saklamak ister.

Tutkunun kişilere yönelen şekli ise çoğu zaman aşk ile karıştırılır. Okullarda bizlere okutulan “Leyla ile Mecnun”, “Ferhat ile Şirin” gibi öyküler tutku veya diğer bir değişle platonik aşkın en güzel örnekleridir. Leyla ve Kays (Mecnun’un asıl adı) ilkokul yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leyla’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Arapçada "deli" anlamına gelen "Mecnun" diye anılmaya başlar. Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnun’a birçok kişi Leyla’yı unutmasını söyler; ancak onun için kainat artık Leyla’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta dedesi onu bu dertten kurtulması için  Allah’a yakarması amacı ile Kabe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder. Hem Leyla’nın hem Mecnun’un durumu gittikçe kötüleşir. Leyla başkası ile evlendirilir, kocasından uzak durmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür. Bu sırada Mecnun çöldedir ve aşkın bin bir türlü cefasıyla yoğrulmaktadır. Dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Leyla’nın vücudu da dahil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Bir gün Leyla çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” der. Leyla evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden hayata gözlerini yumar. Leyla’nın öldüğünü duyan Mecnun, onun mezarına uzanır ve canından can gitmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradana dualar ederek canını almasını, kendisini Leyla'sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur ve göklerin gürlemesiyle birlikte yaşamını kaybederek Leyla'sına kavuşur.


Burada da görüldüğü gibi Leyla ve Mecnun birbirlerini İlkokul yıllarında görür ve severler. Daha sonra bir araya gelmezler, ortak bir yaşamları olmaz. Yıllar sonra karşılaştıkları zaman ise ne Leyla Mecnunu ne Mecnun Leyla’yı tanır. Çünkü onlar yıllar öncesinden kafalarında yarattıkları hayale aşıktırlar ve bunun gerçeklikle örtüşen bir yanı yoktur. O nedenle ayrılır ve yaşamlarını birbirinden uzakta kaybederler.


Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha ve benzer öykülerde de aynı durum söz konusudur.


Tutku veya platonik aşkın en iyi örneklerinden bir tanesi de Yunus Emre şiirleridir. Doğayı ve doğa içerisinde ki varlıkları inceleyip onlara hayran olduktan sonra “yaratılanlardaki güzelliğin yaradandan geldiğine” inanan Yunus Emre tüm sevgisini ona yöneltiyor. Gerçek sevgilinin yaradan olduğuna, yaratılanların kendilerini yoktan var edene aşık olması gerektiğine inanıyor. Burada da görüldüğü gibi tamamen düşüncede yaratılan, hiçbir zaman birlikte yaşanmamış ve yaşanmayacak bir varlığa yönelik, gerektiğinde kendi canını, varlığını bile yok sayacak bir sevgi söz konudur.


Oysa gerçek aşk bir yaşanmışlığın ürünüdür. Düşünebilen, hissedebilen, her türlü sosyal, siyasal ve ekonomik baskıdan uzak kalabilen iki kişinin yaşamın içerisinde birlikte gerçekleştirdiği bir duygusal üretimdir.


Aşkı bir de tarih içerisinde toplumların gelişimi açısından inceleyelim.


Toplumsal evrimin başlangıcı ilkel komünal toplumdur. Bu dönemin başlarında insanlar doğa güçlerine karşı savunmasız bir durumda doğada yetişen bitkileri yiyerek yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kendilerini korumak için bir arada yaşıyorlar, hep beraber çalışıyor ve elde ettikleri bitki ve yakaladıkları hayvanları birlikte paylaşıyorlardı. Sınıflar ve sınıf sömürüsü olmadığı için “benimki” kavramı da yoktu. Taş ve sopa ilkel insanın kullandığı ilk araçlardı.


Ateşin bulunuşu ile bir anda doğaya karşı bir adım kazanılmış oldu. Toprağı kazmaya yarayan aletlerin kullanılmaya başlanması ve daha sonra geliştirilen ok ve yay ise bu adımı daha ileri boyuta taşıdı. Avcılık insanların yaşamasını ve korunmasını kolaylaştırdı.


Kazmak için geliştirilen aletler ile toprak işlenmeye başlandı. Yavaş da olsa tarım üretici güçlerin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımda kullanılmaya başlanması ise o güne kadar göçebe olarak yaşayan ve yiyebilecekleri bitkiler tükenince yer değiştiren toplulukların yerleşik bir yaşama başlamasına neden oldu. İlk işbölümü kendisini tarımla ve avcılıkla uğraşanlar arasında gösterdi. Çocuk doğuran ve bunların bakımından sorumlu olan kadınlar ev ve çevresinde olmaları gerektiği için tarımla; erkekler ise avcılıkla yükümlü oldular.

Yaşamı devam ettirmede beslenme temel bir rol oynadığı ve tarım aracılığı ile bunu daha rahat ve kalıcı sağladıkları için bu dönemde toplumda üretim ilişkileri açısından kadınlar hakim bir rol oynuyordu. Erkeğin av getirip getiremeyeceği veya kendisinin vahşi hayvanlara yem olup olmayacağı belli olmadığı için bu dönem tarihte “Anaerkil” dönem olarak isimlendirilir. Toplumu ve eğitimi kadınlar yönetiyor, kuralları onlar koyuyor ve sadece kadından gelen soy tanınıyordu.


Peki bu dönemde aşktan bahsedilebilir mi?


Çok uzun yıllar çeşitli sesler çıkarılarak yapılan iletişim daha sonra tek tek gelişen kelimeler ışığında basit ve günlük yaşamla ilgili konuşmaları içeriyordu. Kadın ve erkekler topluluk halinde hep bir arada yaşıyorlar, cinsel gereksinmeler için birlikte oluyorlar ve çocuk olduğunda sadece annenin sorumluluğunda oluyordu. Böyle bir yapıda; bir aile ve sahiplenme duygusu olmadığı ve her şey hep beraber paylaşıldığı için, kişiler arası bir bağlılık, iki kişinin ortak yaşamı ve bunlara bağlı olarak da aşk söz konusu olamazdı.


İlkel komünal toplum içerisinde ilk olarak tarım ve hayvancılık olarak başlayan işbölümü, zamanla çeşitli metallerin işlenerek alet yapılması, giysi yapımının gelişmesi ile başlayan dokumacılık, toprak ve kilin işlenmesi ile birlikte ortaya çıkan ve üretilen yiyecek ve içeceklerin fazlasının yedeklenmesine olanak sağlayan çömlekçilik gibi farklı iş alanlarının doğmasına neden oldu. İnsanlar giderek doğaya daha fazla üstünlük sağlar hale geldiler, işbölümü arttı. Ama bu durum beraberinde bir kısım insanların elinde üretilenlerin ve aletlerin birikimine neden oldu. Ortak çalışma ve paylaşma zorunlu olmaktan çıktı ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin olanaklı hale gelmesi ile birlikte hem kabileler hem de aynı kabile içerisinde insanlar arasında mülkiyet ve servet eşitsizliği başladı. Tarım ve avlanma alanları için komünler arasında yapılagelen savaşlarda esirler bakılamayacağı için öldürülüyordu. Ancak üretici güçlerin gelişimi artık onlardan iş gücü olarak yararlanılmasını gündeme getirdi ve tutsaklar kölelere dönüştü. En belirgin şekilde Antik Yunan, Mısır ve Roma uygarlıklarında görüldüğü gibi toplum efendiler ve köleler olarak iki sınıfa ayrıldı. Köleler de kendi aralarında topluluğa ait olanlar ve bir aileye ait olanlar olarak iki gruba ayrılıyordu. Ama hangi grupta olursa olsun bir efendiye tüm yaşamı ile bağlıydı. Nerede, ne süre ile nasıl çalışacağına efendi karar veriyordu ve kölenin tek yükümlülüğü ölmeden üretmekti. Ölecekse de buna sahibi karar veriyordu.


İnsanlık tarihinde “Demokrasi ve Eşitlik” kavramları da bu dönemde ve köleci toplumda ortaya çıkmıştır. Ancak burada eşitlik ve demokrasi sadece özgür yurttaşlar olan erkekler için geçerliydi. Kadınlar sadece köle olmadıkları durumda özgür sayılıyordu ve soylulukları ailelerinden geliyordu. Kadınlar evin idaresinden sorumlu oluyor ve onlardan sadık bir eş, iyi bir ev idarecisi olmaları ve erkeklerini mutlu etmeleri bekleniyordu. Bunları yeterince yapamayan özgür kadınların köle olarak satılmak veya öldürülmek gibi seçenekleri vardı. Köleler açısından ise erkek ve kadın olmak fark etmiyordu ve hepsi her türlü emek, cinsel ve yaşam sömürüsüne tabiydi.


Bu koşullar altında bir aşktan söz edilebilir mi?


Olanaksız. Özgür kadınlar küçük yaşta soyluluğun devamı için evlendiriliyor, çoğu zaman yaşamı evlendikten sonra tanımak zorunda kalıyorlardı. Köleler açısından ise, kendi yaşamı üzerinde bile söz sahibi olamayan insanların bir efendiye bağlı bir başkasını sevmesi, onunla birlikte bir yaşam kurması ve yaşamını devam ettirmesi olanaksızdı. Ancak efendi izin verirse evlenebiliyor ve çocuk yapabiliyorlardı.


İlk zamanlarda köleci üretim tarzı gelişmeye olanak sağlıyordu. Ancak bir süre sonra ayaklanmalar başladı ve gelişme durdu. Antik imparatorluklar yıkıldı. Ekonomiyi ayağa kaldırmak için yeni bir sisteme gereksinme vardı ve bu sistem feodal düzendi. Kölelerin yerini alan serfler ve feodal beylerin oluşturduğu tarıma dayalı köy yaşamı ve bunun yanı sıra tüccar ve zanaatkarların yaşadığı kentler ortaya çıktı. Diğerlerine oranla daha fazla köleye sahip olan aileler kölelere belli haklar tanıdı. Artık onları öldüremiyorlardı. Senyörler ve feodal beyler toprağın sahibi idi. Serfler ise, kendi aletlerine sahip olarak bu topraklar üzerinde çalışmak ve elde ettiği üründen senyöre pay veya vergi vermekle yükümlüydü. Senyör serfi öldüremiyordu, ama üzerinde çalıştırdıkları toprakla beraber satabiliyorlar veya satın alabiliyorlardı.


Bu dönemde mülkiyet ilişkileri açısından topraklar feodal beyin mülkiyetindedir. Hanımı ise evin ve çalışanların, serflerin idaresinden sorumludur. Soyluların kız çocukları beyin ve feodalitenin çıkarlarını korumak için çocuk yaşta evlenmeye zorlanmakta, evlik dışı cinsel birliktelik ya da çocuk sahibi olmak soyu kirlettiği için ölümle cezalandırılmaktadır. Serfler ise kadın olsun erkek olsun feodal bey ve hanımlar tarafından sömürülme eşitlik ve özgürlüğüne sahiptir. Yasal olarak feodal bey hoşuna giden bir serf kadını ile birlikte olma hakkına sahiptir. Hatta evlenecek köylü kadın kocasından önce “ilk gece hakkı” olarak feodal beyle birlikte olmak zorundadır.


Bunların yanı sıra Ortaçağ boyunca yaşamı kadınlara zindan eden diğer bir unsur ise dindi.


Avrupa’da etkin konumunu feodal beylere karşı kaybetmemek için savaş veren kilise faturayı yine ezilen sınıflara ve kadınlara kesmiş, yaşam tarzı beğenilmeyen birçok kadın başlatılan cadı avlarının kurbanı olarak ateşe atılarak yakılmıştır.


Bu ilişkiler ağı içerisinde aşktan söz edebilir miyiz?


Edemeyiz. Çünkü soylu kadınlar küçük yaşlarda ailenin uygun gördüğü genellikle yaşça büyük bir başka soylu erkekle evlendiriliyordu. Aşkı yaşayacak ne zamanları ne de seçenekleri vardı. Düşünün iki insan birbirini seviyor ve birlikte olmak istiyor, ama kadın  önce senyörle beraber olmak zorunda. Böyle başlayan bir ilişkide aşktan söz etmek olanaksızdır. Bu kurallara itiraz eden kadın ise cadı olduğu iddia edilerek yakılmaktadır.


Feodal dönem sürecinde toprağa bağlı köylülük dışında kentlerde yaşayan zanaatçılar ve tüccarlar da kent yaşamı içerisinde toplumda yerini aldı. Ancak bu kentler de senyörlerin toprakları üzerinde kurulu olduğu için onlar da senyörlerin egemenliği altında yaşıyorlar ve ona vergi veriyorlardı. Bir süre sonra zaten toprağa bağlı olarak zorunlu çalışan köylülük yüzünden verimlilik düştü. Senyöre verilen vergi ve ürünler zanaatçıların ve dolayısı ile tüccarların da verimliliğini düşürdü. Zanaatçılar ve tüccarlar üretim araçları ve dükkanlara sahipti. Rekabet ortamında bunlardan daha verimli olanlar öne geçmeye ve diğerlerinin mallarını da ele geçirmeye başladılar. İşsiz, dükkansız, topraksız kalanlar ise öne geçenlerin iş yerlerinde işçi olarak çalışmaya başladılar.


Köylülük bütün bu süreçte çok kötü koşullarda çalışıyordu. Bu nedenle sık sık ayaklanmalar oluyordu. Şehirlerde yaşayan zanaatkar ve tüccarlar küçük işletmeler haline gelen üretimhanelerinde işçi çalıştırmaya başlamışlar, ancak üretilenden senyöre verdikleri pay ve vergiler nedeni ile üretimlerini geliştiremez hale gelmişlerdi. Onların da önderliğinde başlayan köylü hareketleri bir süre sonra zayıflayan feodal sistemin çökmesine neden oldu ve yerini serbest rekabet, özel mülkiyet ve ücretli emeğin sömürülmesine dayalı kapitalist sisteme bıraktı.

İlk dönemlerde zanaat odaklı çalışan küçük işletmeler 18. yüzyıldan itibaren makine gücünün devreye girmesi ile birlikte teknolojik bir sıçrama yaşadı. Büyük işletmeler kuruldu ve buralarda çalışan erkeklerin yanında kadınlar ve çocuklar da ucuz iş gücü olarak yerlerini aldı. Ancak aşkın bir tarafı olan kadın açısından bu gelişme erkek egemen toplumun ortasında, sermayeyi elinde tutanların koyduğu koşullar altında çifte baskı altında çalışmayı getirdi.


Peki bu koşullar altında yaşanabilecek özgür bir aşktan bahsedilebilir mi ?


Olanaksız. Hem erkeğin hem kadının ekonomik, sosyal, siyasal birçok baskı altında olduğu; ortak bir ev kurmanın maliyetinin çok yüksek rakamlara dayandığı, bunları sağlamak için normal iş dışında sürekli ek işler altında çalışılan bir ortamda iki insanın birbirini özgür düşünce ve yaşam içerisinde tanıyarak aşık olmasına olanak yoktur. Belki de bu yüzden bu döneme uyan şiirlerde de “Mutlu aşk yoktur”.


Bu süreç sırasında 1776 yılında yayınlanan Amerika Birleşik Devletleri “Bağımsızlık Bildirisi” ve 1789 da Fransız Devriminden sonra kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” kadın erkek eşitliğinden söz ettiği halde kadınlar seçimlerde oy kullanabilme hakkını ABD de 1920 yılında yürürlüğe giren anayasa değişikliği ile kazanmışlar ve Kasım 1920'de   ilk parlamento seçimlerine katılmışlardır. Kadınlar seçimlerde oy kullanabilme hakkını Fransa’da İkinci Dünya Savaşının sonunda, İsviçre’de ise ancak 1971 yılında elde edebilmişlerdir.


Bu açıdan Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşının ardından Mustafa Kemal Atatürk aracılığı ile bu hakkı dünyada tanıyan ilk ülkelerden olma başarısını göstermiştir. Ancak kağıt üzerinde verilen bu hakkın kadınlarımız tarafından ne kadar özgürce, hiçbir etki altında kalmadan kullanılabildiği tartışmalıdır.


Osmanlı döneminden itibaren geçerli olan “görücü usulü evlilik”, “islamiyet etkisi ile yaşanan erkeğin çok eşliliği”nin toplumda kabul görmesi ve kadının zaten ikinci sınıf insan kabul edilmesi yüzyıllar boyunca kadınları baskı altında yaşatmıştır ve bunların etki ve uygulamaları halen de geçerlidir.


Kızların küçük yaşta ailenin uygun gördüğü yaşça büyük bir erkek ile veya yine ailelerin karar vermesi sonucu birbiri ile yeterli bir tanışma olanağı bulamayan kız ve erkeğin evlendirilmesi beraberinde birçok sorunu da yaratmaktadır. Birbirini hiç veya çok az tanıyan iki insanın evlendiği gece cinsel beraberliğe de zorlanması,  çok özel olması ve yaşanması gereken bu durumun bile ruhsal ve fiziksel bir travma olarak gerçekleşmesi ile sonuçlanmaktadır. İki taraf da birbirini bu süreçten sonra tanımaya çalışmakta, süreç içerisinde tanıyabildikleri ölçüde ilişkiyi devam ettirmeye zorlanmakta, çocuklar doğmakta ve herhangi bir anda uyumsuzluk başat hale geldiğinde de ekonomik ve ailesel zorlamalar ile bu birliktelik devam etmek zorunda kalmaktadır. Böyle bir ortamda da değil aşk,  sevgiden bile söz etmek olanaksızdır. Sevgi eksikliği içerisinde yetişen çocuklar da bunu tüm topluma ve ilişkilerine yansıtmakta, aile içi şiddet ve kadına şiddet her boyutta gerçekleşebilmektedir. Belki de Türkiye toplumunda görülen sevgi eksikliği ve şiddet eğiliminin temel nedenlerinden birisi ve en önemlisi yüzyıllardır devam eden bu durumdur.


Elbette bütün bu binlerce yıllık süreç içerisinde insanlar arasında tek tek gerçek aşklar var oldu, yaşandı ve yaşanıyor.


Ama koşullar, günümüze kadar toplumların geçirdiği hiçbir dönemde, gerçekten olması gereken özgür ortamları yaratamadı. Görüldüğü gibi aşk; düşünen iki insanın her türlü sosyal, siyasal, ekonomik ve dini koşulların baskısı altında olmadan birbirlerini eşitlik temelinde özgürce tanıyarak geliştirdikleri yoğun bir sevgi üretimidir ve ancak bu ortamı sağlayabilecek özgür toplumlarda yaşanacaktır.




Kaynaklar:

  1. A. Kollontai : Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu, İnter Yayınları,2000.

  2. F. Engels : Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları,1998.

  3. F. Alikoç:Kadınlar ve Gerçek Eşitlik, Özgürlük Dünyası Dergisi.

  4. G.Politzer: Felsefenin Temel İlkeleri, Sosyal Yayınları, 1969.

  5. İ.Pala: Leyla ile Mecnun, Kapı Yayınları, 2013.

  6. P.Nikitin: Ekonomi Politik, Sol Yayınları, 2012.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


  • Youtube
  • LinkedIn
  • Facebook

© 2025 Prof. Dr. Ali Kutsal. Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page